Mehmet Turgut Argun’un, İş Bankası Kültür Yayınları’ndan çıkan “İstiklal Harbi ve Anadolu (1921-1923)” isimli kitabında Ankara’yı çok güzel anlatıyordu. Biz de o günlerin Ankarası’nı bir önceki yazımızda kaldığımız yerden okumaya devam edelim: “(…) Zannedersen Ankara’ya geldiğimin ertesi günüydü. Büyük Millet Meclisi binasının karşısındaki Millet Bahçesi’nde oturuyordum. Burada durmaktan maksadım hem Ankara’nın işlek yollara hakim bir noktasında etrafı incelemek hem de Millet Meclisi’nin faaliyetini dışardan seyretmekti. Öğle üzeriydi. Bahçenin yan cephesine bakan ve Müdafaa-i Milliye’ye giden yol üzerindeki Darülmuallimin binasının önünden süratle gelen bir otomobil durdu. Bu otomobilde dört kalpaklı sivil şahıs vardı. Derhal o tarafa koştum. Otomobilden inenler binanın merdivenlerinden çıktılar. Önde uzunca boylu birisi vardı. Kapı önünde durdu ve geriye döndü. O zaman resimlerde görerek hafızama nakşettiğim bir simayı, Mustafa Kemal Paşa’yı tanıdım. Zayıfça çehresiyle sarışın siması ve soğukkanlı bakışlarıyla heykel gibi tebessüm ederek bakan bu zat, bugün bu memleketin yegâne emellerinin kıblesi olan şahsiyetti. Biraz sonra Meclis’in açılışına yakın, kalpaklı ve genç birçok mebusla beraber Paşa, bu binadan çıktı ve her birden yürüyerek Meclis binasına girdiler. Elimde bir mebus kartviziti vardı. Bunu ağabeyim vermişti. Bir dakika sonra ben de arkalarından, aynı kapıdan binaya girdim. Kalabalık koridorlardan geçerek müzakere salonuna girip dinleyicilerin mevkiine çıktım. (…) Biraz sonra mebuslar salona girmeye başladılar. İşte uzun sakallı bir mebusla görüşerek Mustafa Kemal Paşa geliyor. Ve mebusların lakayt bakışları arasından süzülerek riyaset kürsüsüne çıkıyordu. O günkü celse Mustafa Kemal Paşa tarafından açıldı. Paşa, riyaset kasasının bu mühim anlarda Müdafaa-i Milliye emrine bahşedilmesini teklif etti ve hararetle kabul edildi. (…) Celsenin ikinci kısmı Paşa’nın teklifiyle harbe dair açıklamalarla ilgili olduğundan gizli olarak yapılması kabul edildi ve ben de binadan çıktım. (…) Ankara’dan ayrılacağım bir gündü. İstasyon Caddesi’nden akşamüzeri geze geze istasyona indim. Her nedense bana istasyon binaları, medeniyetin metanet ve kudretini ifade eden bir heykel kadar sevimli gelir. Ankara İstasyonu, Bağdat Hattı’nın Eskişehir’den ayrılan bir şubesinin sonu ve Yahşihan’a doğru doğuya giden bir dekovil hattının başlangıcıdır. Ankara şehri işte medeniyet dünyasına bu istasyoncukla bağlantılıdır. İstasyon civarı şehre göre daha alçak bir arazide fakat geniş gölgeler dağıtan top ağaçlarıyla göze oldukça şirin gözüküyor. (…) Ankara İstasyonu’ndaydım. Bir askeri tren cephe için yükleniyor. Polatlı’ya gidecekti. Bunlarla beraber cepheye yeni bir zabit kafilesi de hareket ediyor. Bunlar sağlamlar… Bir de şimdi Ankara’yı dolduran, hastaneleri taşıran, elleri, kolları, ayakları bağlı, koltuk değnekleriyle gezen, kim bilir kaç yüz de yaralı vatan delikanlısı var. Bunların hepsi şen, hepsinin yüzlerinden ilahi bir nur. Simasından mütevekkil bir sevinç akıyor. Ankara’nın kısaca anlatabildiğim vaziyeti, bende bıraktığı tesirleri bu kadardır. Ankara’nın benim bahsettiğim tarihlere ait günlerini yazacaklar, herhalde bu zamanları pek ulvi ve asil tasvirlerle anlatacaklar ve milliyet kavgasına sarılan bir beşeriyetin tamamının yaptığı pek çok fedakârlığı layık olduğu parlaklıkla gelecek nesillerin hatırasına nakşedeceklerdir…”