Söğütözü ve Balgat’ın eski halini bilir misiniz? 1980’lerde ben ilkokuldayken bir aile dostumuz 100. Yıl’dan ev almış, ona ailecek “hayırlı olsun”a gitmiştik. O yıllarda bu semtte orta halli aileler oturuyordu. Bir yandan binalar yükseliyor, bir yanda ise gecekondular hüküm sürüyordu. Biz, İncesu’da oturuyorduk. 100. Yıl, Balgat’a otobüsle gitmek ölümdü ya da bana öyle gelmişti çünkü otobüsler saat başıydı. Uzun bir yolculuktan sonra varılırdı. Hoş, o zamanlar ODTÜ bile şehir dışında sayılırdı. Bugün sosyetenin doldurup taşırdığı 100. Yıl, Balgat, Söğütözü 1980’lerdeki yer mi? Peki, yaklaşık 90 yıl önce nasıldı, hiç merak ettiniz mi? Sorumun yanıtını, Şevket Süreyya Aydemir’in “Suyu Arayan Adam” kitabında buldum. Gelin, bugün lüks kafelerin hüküm sürdüğü o bölgenin Cumhuriyet yıllarına bir uzanalım: “Söğütözü, onun çiftliğine yakın bir yerin ve Balgat köyünün altında küçük bir vahanın adıdır. Bu vahada onun sık sık uğradığı ve bir insanın ancak uzanabileceği kadar bir kulübesi vardır. Kulübenin önünde iki zayıf oluktan su alan küçük bir havuz bulunur. Havuzun üstünü, bir kısım kolları küçük kulübenin sundurmasına dağılan bir üzüm asması gölgeler. Birtakım yüksek kavaklarla, söğüt, dişbudak ağaçları bu manzumeyi her tarafından sarar. Nihayet küçük bir meyve bahçesi ve herkesin serbestçe girebildiği bir çayır parçası manzarayı tamamlar. Atatürk'ün, ekseriya birkaç otomobillik bir kafileyle, bilhassa akşamüzerleri buraya geldiğini kaç defa görmüşümdür. Çünkü Balgat köyünün altında ve bu vahanın bir kuytu yerinde, benim de Atatürk'ün kulübesinden çok daha geniş bir kulübem vardı. Buraya ‘Hediye halanın evi’ derdik Balgat köyünden bir kadınındı. Bana kiralamıştı. Burasını bir hafta sonu evi olarak kullanırdım Yılın her mevsiminde tatil günleri ve bazen geceleri, benim tek sporum olan uzun kır yürüyüşlerinden sonra buraya gelir, dinlenir ve burada sık sık gecelerdim. Top top söğüt ağaçları altına gizlenmiş şirin bir kır eviydi. Baharda ve yazın ilk aylarında bahçe kadar güzel küçük tarlasında yeşil ve gümrah ekinler dalgalanırdı. Bazı yıllarda da buraya patates yahut çeşitli sebzeler diktirirdim. Atatürk'ün olmadığı zamanlar, onun çardağının altı ve küçük havuzunun başı benim sayılırdı. Bu kulübeye bakan ve sonra da uzun yıllar benim küçük çiftliğimde çalışan bir genç, bu çardağın altında bana sofra hazırlar, hizmet ederdi. Fakat bazen birden, Atatürk Çiftliği'nin bu vadiye bakan sırtları üzerinden bir otomobil kafilesinin, etrafa bir toz bulutu kaldırarak sökün ettiği görülürdü. Artık çardağın asıl sahibi geliyor demekti. Ben toplanır, kendi söğütlüğüme çekilirdim. Bir gün gene kafile göründü. Bir süre geçti. Güneş vahanın batı çevresini teşkil eden alçak sırtlar üzerine iniyordu. Nihayet ufka yaklaştı. Batı yönü, bir yayla gurubunun renk renk şehrayini içinde yanıyordu. Tam o sıralarda birinin, vahanın son yeşillik sınırlarından çıkarak, üzerinde güneşin son ışıkları kaynaşan batı sırtına doğru ilerlemeye başladığını gördüm. Oydu. Yalnızdı. Arkasından onu takip eden köpeği, etrafında geniş kıvrımlar yaparak dolaşıyor, bazen ona yaklaşıyor, bazen ondan uzaklaşıyordu. Elleri cebindeydi. Gövdesi biraz öne eğikti. Belki biraz düşünceliydi. Yavaş adımlarla, güneşin ateş tekerleğini nerede ise toprağa değdirecek gibi göründüğü çıplak sırta doğru yürüyordu. O, sırta vardığı zaman, güneş ufka yaslanmıştı. Gurubun ziya oyunlarıyla olduğundan daha heybetli görünen endamı, göğe mürtesem düşüyordu. Bu manzaraya daldım.”