Doğma büyüme Ankaralıyım. Anne ve babam da öyle. Bu nedenle bu şehrin her caddesini, her sokağını, her rengini en ince ayrıntılara kadar bilirim. En küçük bir değişimde anılarım önüme gelir ve geçmişe yolculuk yaparım. Meşrutiyet, Mithatpaşa ve Necatibey Caddeleri üzerindeki demir köprüler kaldırılırken Güven Parkı ile Milli Eğitim Bakanlığı arasındaki tüp geçiti düşünmüştüm. Bir ucu çiçekçilere, diğer ucu eskiden Vakko, şimdi Pullmark mağazasına açılan köprüden söz ediyorum. O köprü, Ankara’nın ilk kapalı köprüsüydü. İlkokuldaydım inşa edildiğinde. Babamla Kızılay’da dolaşırken içinden geçmek istemiştim. Babam da kırmamıştı. Kısa ama hızlı çıkınca yoran merdivenlerinden uçarak çıkmıştım. Babam köprünün ortasındaki oturaklarda otururken ben de geçidin mazgallarından aşağı bakmış, Atatürk Bulvarı’ndan hızla geçen otomobilleri seyretmiştim. Bugün o köprüden ne zaman geçsem o gün aklıma gelir. Bu şehrin fanatik sakinlerindenimdir. Başkentli olmak her Ankaralı için gizli bir gurur kaynağıdır, bilirim. Askerdeyken birileri yanıma gelmiş, “Ankaralı mısın” diye sormuştu. Nereden anladıklarını merak etmiştim. “Konuşurken birinden bahsediyorsan bebeler” diyorsun demişlerdi. Evet, Angaralılar, kendi yaşıtlarından bahsederken “bebe” derler, “Angaralı” olduklarını fark etmeden ele verirler. Bir kitapta Ankara ile ilgili bir cümle bile görsem mücevher bulmuş gibi olurum. İşte, Ankara’yı bulduğum kitaplardan biri de Şevket Süreyya Aydemir’in oldukça enteresan ve bir o kadar da bilgi dolu kitabı, “Suyu Arayan Adam”… Şevket Süreyya Aydemir’in, Türkiye'nin dününü, bugününü ve yarınını anlattığı ve 1959'da tamamladığı otobiyografik eserinde elbette yolu Ankara’ya da düşüyor. “Kızıl Elma” hayalinin peşinden Kafkaslara koşan Aydemir, Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte tekrar Türkiye’ye dönüyor. Çeşitli gazetelerde yazılar kaleme alıyor. Ardından hakkında tutuklanma kararı çıkıyor. Yargılanmak üzere 1923’te Ankara’ya getiriliyor. Şimdi o günkü Ankara’yı ondan dinleyelim: “O sıralarda İstiklal Mahkemesi Ankara’da çalışıyordu. Haydarpaşa’dan bir öğle sonu sıralarında hareket ettik. Ertesi sabah tren Ankara’ya yaklaşıp da şehri uzaktan ilk gördüğüm zaman mektep sıralarında bize okutulan bir ‘Osmanlı Coğrafyası’nı hatırladım. Bu kitapta Ankara şöyle tarif ediliyordu: ‘Şehrin hariçten, kasvetli bir manzarası vardır ve en meşhur şeyleri şunlardır: Teftik keçisi, Ogüst mabedi ve bal.’ Fakat ilk görünüşüyle Ankara bana pek kasvetli gelmedi. Belki çıplak, belki harap ve fakirdi. Fakat kasvetli değildi. Kale, her şeye damgasını vuruyordu. Daha ilk bakışta gözleri üzerine çeken ve görünüşünü eteklerini saran toprak yığınlarının ölmüşlüğünden kurtaran bir cazibesi vardı. Kalenin gölgesi altında şehir bir toz bulutuyla silinmiş gibiydi. Bu bulutun yoğunluğu, kale surlarına doğru çıktıkça azalıyor, açılıyordu. Nihayet yukarıdaki kale, denizlerin üstüne fışkıran bir kaya gibi temiz azametli yükseliyordu. Bu kalenin arkalarında yükselen dağların, şehri saran sırtların, tepelerin bütün yeşilliği yolunmuş olmakla beraber, gerek bunların, gerek dalga dalga açılan bozkırların, insanı çeken vahşi bir hali vardı. Ankara’nın çevresi henüz gecekonduların, karışık örtüsü altında çirkinleşmemişti. O zamanki haliyle Ankara, bana, hatta güzel bile göründü. Bu görüntüde insanı İstanbul tabiatının yumuşak gevşekliğinden kurtaran, insanda iradeyi, karar kuvvetini, sert çalışma duygularını kamçılayan bir etki vardı…”