Avrupa ülkelerine gidenlerden duyacağınız sözlerden biri, tarihlerini, kentlerinin dokularını nasıl korudukları olacaktır. Bir şehrin rengini, dokusunu korumak aslında geçmişe de bağlı kalmaktır. Geçmişi olmayanın geleceği olmadığına göre, “modernleşmek” adına attığımız bilinçsiz her adım belki de bizi geçmişimizden de koparıyor olabilir mi? Önceki birkaç yazımda Şevket Süreyya Aydemir’in 1923’te yargılanmak için Ankara’ya ilk gelişinden bahsetmiştim. Afyon Cezaevi’nde siyasi mahpusluğunu tamamlayıp 1929’da Ankara’ya yeniden döndü. Şu an yaşadığımız şehrin eski halini bilmek için ikinci gelişinde Ankara’nın nasıl olduğuna, bu şehirde insanların ne hissettiğine bir bakalım isterseniz: “Birbirini yapan, birbirini yıkan bu hayal oyunları içinde nihayet uzaktan Ankara Kalesi göründü. Kale, gene her şeye hâkimdi. Şehir gene bir toz bulutu içindeydi. Kalenin ardına düşen dağların, dalga dalga açılan bozkırların, gene insanı çeken vahşi bir hali vardı. Bizi ilk defa Ankara’ya getirdikleri zaman, tren buralardan geçerken gördüğüm şeylerle şimdiki görüşler arasında bir fark yoktu. Fakat şu değişiklik olmuştu ki, şimdi artık serbest bir insandım. ‘Bu gök kubbenin altında elbette bana da bir yer bulunur, diyordum. Bu kalenin gölgesinde yerleşirim. Şu karşı sırtlarda dolaşan çoban, şu tarladan el sallayan çocuk kadar hür ve serbest dolaşırım. Hatta bir gün belki şu karşıki sırtlarda benim de bir bağım olur. Cins cins üzümler, Ankara armutları, vişne, kiraz yetiştiririm. Hatta belki de bal? Meşhur Ankara balı. Arılar, daha gün doğarken kovanlarından çıkarlar. Kekik, sarıyonca, yabani gül çiçeklerinden topladıkları altın tozlarını peteklerine getirirler. Hatta şu çıplak vadi de yarın belki yeşillenir. Şu kayaların altına ben de bir bahçe dikerim. Akan suları biriktiririm. Yahut yeraltının sularını yerüstüne çekerim. Fidanlar ağaç olur. Ağaçlar meyve verir. Arkların, havuzların başına salkım söğütler diker, gölgelerinde dinlenirim. Hem dinlenmekte niçin? Tarlada çift sürmeli, bahçede bel bellemeliyim. Ya bu toz bulutu ne olacak? Evet, oda açılacaktır. Bu toprağa yerleşen insanların elleri, elbette bu toz perdesini de yırtacaktır. Kalenin etrafını yeşil parklar, temiz yollar, renk renk mahalleler çevirecektir. Hele şu bozkır. Buralarda niçin evleri ağaçlar arasında kaybolan bir bahçeli şehir kurulmasın? Mevsiminde her sokağından bir başka baharın kokusu gelen bir bahçe, şehir? Evlerinin kapılarını mor salkımlarla hanımelleri sarmalı. Odalarının duvarlarını kitap rafları kaplamalı. Şöminelerinin üzerlerini Ege, Frigya vazocukları süslemelidir. Örneğin, bu evlerden biri belki de...’ Lokomotifin keskin çığlıkları beni rüyalarımdan uyandırdı. Tren istasyona giriyordu. Ankara’ya gelmiştik... O zaman Ankara’da yeni devletin bütçesi çok mecalsizdi. Türkiye’nin hemen hemen hiçbir müttefiki yoktu. İstikrazlara, yabancı sermayeye karşı haklı bir çekingenlik vardı. Bütün kaynakları kurutan iki büyük harpten henüz yeni çıkılmıştı. Her şeyi yeniden ve temelden yapmak lazımdı. Hâlbuki bütçe, karşılıksız bir paraya dayanan nazari bir muvazeneden ibaretti. Cihan iktisat buhranı ise bütün ihracat maddelerini birden vurmak üzereydi. Fakat Ankara, bu mecalsiz ve takatsiz bütçeye kendi ruhundan bir şeyler katan, onu böylece zenginleştiren idealist insanlara malikti. Ben, devlet dairesi ve devlet işi deyince soğuk, şahsiyeti öldüren ve sinsi bir ortam, bir çevre düşünürdüm. Hâlbuki gördüğüm bu manzara kalbe şevk veren bir şeydi.”