PROMETHEUS

PROMETHEUS
Abone Ol

Ridley Scott, 1979’da sinema tarihine damga vuran, Alien filmi bilimkurgu-korku türüne adeta yeni bir farklılık getirmiştir. Yıllar sonra, bugünkü yazımızın konusu olan Prometheus filmi ile de bu evrene geri dönerken, bu kez yalnızca uzayda bir canavarın dehşetini değil, insanlığın kökenine dair daha felsefi ve varoluşsal bir hikaye anlatmayı tercih etmiştir. Prometheus, bir bilim-kurgu tarzı film gibi dursa da aslında, mitolojiyle bilimi harmanlayan, teknik açıdan da oldukça etkileyici bir yapım olmuştur.
Filmin konusundan kısaca bahsedecek olursak; Prometheus filmi, 2089 yılında başlıyor. Arkeolog olan Dr. Elizabeth Shaw (Noomi Rapace) ve Charlie Holloway (Logan Marshall-Green) çifti, dünyanın çeşitli yerlerinde aynı yıldız haritasını buldukları antik kalıntıları keşfederler. Bu haritaların kendileri ve insanlık için bir davet olduğuna inanan çift, insanlığın kökenine dair cevapları bulmak için, milyarder iş insanı Peter Weyland’ın finanse ettiği Prometheus isimli uzay gemisiyle uzak bir gezegene (LV-223) doğru yola çıkarlar. Amaçları, bu haritayı gönderen "Mühendisler" adlı kadim ve üstün bir uygarlıkla buluşmak ve belki de insanlığın yaratıcılarıyla tanışmaktır. Yedi yıl sonra, Prometheus adlı uzay gemisi, yıldız haritasının gösterdiği sistemdeki LV-223 adlı uzak bir gezegene ulaşırlar. Başlarında görev sorumlusu olarak soğuk ve disiplinli Meredith Vickers, bilimsel gözlemci olarak Shaw ve Holloway, pilot Janek, ve en ilginç karakterlerden biri olan, insan gibi davranan yapay zekalı robot android David vardır. David, yolculuk boyunca uyanık kalmıştır. Mürettebat uyurken dilleri öğrenmiş, film izleyip insan davranışlarını taklit etmeye başlamıştır. Özellikle Shaw’un inancı ve Holloway’in şüpheciliği David için dikkat çekici olur. Ancak vardıklarında bu yolculuğun, düşündüklerinden çok daha karanlık ve tehlikeli bir amaca hizmet ettiğini görürler. Gezegen, aslında bir yaratılış mabedi değil, biyolojik bir silah laboratuvarıdır ve bu silah, insanlık da dahil olmak üzere tüm yaşam için tehdit oluşturmaktadır.
Filmdeki karakterlere gelirsek ana karakterimiz olan Dr. Elizabeth Shaw karakteri inançlı, meraklı ve kararlı bir bilim insanıdır. İnsanlığın kökenini öğrenme arzusu, onu büyük riskler almaya iter. Yıkıcı gerçeklerle yüzleşse bile inancını ve merakını kaybetmeyen güçlü bir kadın karakterdir. Babasından gelen dini inancını hiç kaybetmeyen, duygusal ama aynı zamanda kararlı bir kişiliktir. Filmde yaşadığı fiziksel ve ruhsal olaylar, onun güçlü bir kadın kahraman olarak yükselmesine neden olur. Michael Fassbender canlandırdığı David karakteri de Weyland şirketi tarafından yaratılmış yapay zekalı bir Android robottur. Filmin en önemli karakterlerinden biridir. İnsanlara karşı hem hayranlık hem de küçümseme duyar. Michael Fassbender soğukkanlı ve karizmatik performansı ile oldukça başarılı bir oyunculuk sergilemiştir. Charlize Theron’ un canlandırdığı Meredith Vickers karakteri ise Weyland Şirketi’nin temsilcisidir. Soğuk, disiplinli ve otoriter bir karakterdir. Gemideki insanları bir arada tutmaya çalışır ama altında kendi planları da vardır. Filmde belirli bir yere kadar izleyiciye hissettirdiği bir özellik de, insan gibi görünüp, ama aslında onunda robot olup olmadığının sorgulanmasıdır. Son karakterimiz olan Charlie Holloway (Logan Marshall-Green) karakteri de Shaw’un hem yıllardır çalışma arkadaşı hem de sevgilisidir. Daha ateist ve bilimsel bir bakış açısına sahiptir. Keşif sürecinde oldukça cesur bir karakter sergilemiştir.
Film, adını Yunan mitolojisindeki tanrılardan ateşi çalıp insanlara veren Prometheus’tan almıştır. Film de benzer şekilde, yaratıcılarına ulaşmaya çalışan insanları konu alan bir benzerlik kurulmuştur. Ancak Ridley Scott’ın bu yolculuğu oldukça karanlık ve ürkütücü bir yoldan anlatması kendine has bir farklılık oluşturmuştur. İnsanların Mühendisler tarafından yaratıldığı fikri ve insanın bu yaratıcıya ulaşma arzusu aslında filmde işlenen ana temadır diyebiliriz. 
Özetle, Prometheus, herkesin seveceği bir film değil ama kesinlikle izlenmeye değer. Özellikle “insan nedir?”, “yaratıcı kimdir?” gibi soruları işleyen bir film. Birde bu klasik felsefi soruların yanında; Damon Lindelof ve Jon Spaihts’in kaleme aldığı senaryo, birçok soruya cevap vermektense yeni sorular ortaya koymayı tercih ediyor. Bu da bazı izleyicilerde hayal kırıklığı yaratmış olsa da filmin felsefi derinliğine katkı sağlıyor. Bazı yorumlarda kimilerine göre, temposu yavaş, cevapları belirsiz; kimileri içinse görsel anlamda ve tematik olarak iyi bir film olarak nitelendirilmiştir. Eğer bilimkurgu içinde büyük sorular, derin semboller ve etkileyici görsellik arıyorsanız o yönden başarılı bir filmdir denilebilir. İyi seyirler…