Birinci Dünya Savaşı’nda birçok Anadolu şehri gibi Ankara da büyük bedeller ödemek zorunda kaldı. Çanakkale dahil birçok cephede 3 bin 97 Ankaralı şehit düştü. Bu sayıya kayıplar, esirler, hastalıktan ölenler dahil değil. Osmanlı Devleti, dört yıl süren savaşta çok sayıda neferini esir verirken esirler de aldı. Devletin birçok bölgesinde esir kampları kuruldu. Ankara da Birinci Dünya Savaşı’nda esir alınan İngiliz ve Ruslara ev sahipliği yapan şehirlerden biriydi. Örneğin, Çanakkale’den sonraki en büyük destanın yazıldığı Kûtü'l-Amâre Kuşatması’nda esir alınan 13’ü general, 481’i subay 13 bin 300 İngiliz askerin bir kısmı, Ankara’ya getirildi. Bu esirlerden bir bölümü, Sarı Kışla’ya yakın olduğu için Çubuk Çayı kenarındaki Kırmızı Manastır olarak da bilinen Vank Manastırı’nda, subaylar da Taşhan’da tutuldu. Şehir merkezi dışında Şereflikoçhisar, Ayaş ve Beypazarı’nda da esir kampları vardı. Ayaş’ta İngiliz ve Rus esirler bulunurken, Beypazarı’ndaki kamplarda ise sadece Rus esirler kaldı. Ankara’daki esirler, Kızılhaç Uluslararası Komitesi’nin kartpostallarında da yer aldı. Bu kartpostallardan birinde, Hükümet Konağı önünde esirler görülmektedir. Diğerinde ise Hacı Bayram Camii önünde bir İngiliz subay, Ankaralı çocuklarla sohbet etmektedir. Bu konuyla ilgili fotoğraf ve ayrıntılar için Koleksiyoncular Derneği’nin 2015’te yayımladığı “Birinci Dünya Savaşı’nın Yüzüncü Yılında Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e Vatan Savunması” isimli eserin 282 ila 293. sayfalarında Muzaffer Keleş’in “Yurt Savunmasında Ankaralılar” başlıklı makalesinin mutlaka okunmasını öneririm. Bu arada Birinci Dünya Savaşı yılları Ankara için aynı zamanda yokluk yıllarıydı. O yıllarda Ankara’daki yokluğun boyutlarını herhalde en iyi Vehbi Koç’un 1973’te yayımlanan “Hayat Hikâyem” kitabından öğrenebiliriz: “Birinci Dünya Savaşı’nda ekmek yok, şeker yok, çay yoktu. Çayı bulunca pekmezle içerdik. Evlerde doğru dürüst ısınamazdık. Ne kok kömürü ne kalorifer vardı. Birkaç oda olduğu halde masraf olmasın diye aynı odada oturulur, aynı odada yemek yenir, aynı odada yatılırdı. Okullar o kadar pis, o kadar ilkeldi ki anlatmak için kelime bulamıyorum. Her zaman pire bulunur, hocalar zaman zaman bit araması yapardı.” Tabii bir de 1916’daki meşhur Ankara Yangını var. Bu, öyle bir yangındı ki savaştan bitap düşmüş şehri, acımasızca bir de o tepeledi. O günleri, Refik Halid Karay’ın “Deli” isimli eserinden dinleyelim: “Hükümetin en küçük himmetinden, muhabbetinden uzak kalmış bir gamlı kasaba. Bu kasaba, kirli bir dere kenarına yarı gömülmüş, unutulmuş, yatıyor. Ankara, öyle bir Ankara idi. İnsan parasıyla sefil olurdu. Ankara’da su kıttı. İçmek için Solfasol suyunu güçlükle ve çok pahalıya bulabiliyor, çamaşırları yıkatmak lazım gelince bir eşek yükü yarı yaş söğüt dalını ve kirli dere suyunu, peşinde koşmak şartıyla kavga dövüş zor alabiliyorduk. Bu sırada kasabayı tifo, tifüs, dizanteri, ayrıca grip de sarmıştı. Kapısında sıhhiye (salgın hastalık var, girmeyiniz) yaftası olmayan ev gittikçe azalıyordu… Bunlar yetmiyormuş gibi bir büyük felaketle daha karşılaştık: Azrail zebani oldu, elindeki orak ise meşale ve kundak… Kara Ankara’yı kıpkızıl gördüm, sonra da kül rengi.” Çok değil, birkaç yıl sonra Kurtuluş Savaşı’nın kalbinin atmaya başlayacağı Ankara, işte böyle bir haldeydi.