1997 yapımı The Game filmi, David Fincher’ın yine kendi bilindik tarzıyla şekillendirdiği, psikolojik gerilim türünün sınırlarını zorlayan ve izleyiciyi sürekli olarak tahmin yürütmeye zorlayan bir filmdir. Sinemada gerilim ve psikolojik oyunları ustalıkla işleyen Fincher, bu filminde de izleyicileri gerçek ile kurgu arasındaki ince çizgide düşünmeye zorlamıştır. Michael Douglas’ın başrolünde oynadığı film, izleyiciyi baştan sona diken üstünde tutarak karakterin yaşadığı paranoyanın içine hapsetmiştir. Filmin oyuncu kadrosunda; Michael Douglas, Deborah Kara Unger, Sean Penn, Peter Donat, James Rebhorn, Carroll Baker, Anna Katerina Armin Mueller gibi oyuncular rol almışlardır.
Filmin konusu genel olarak zengin, yalnız ve kontrol manyağı bir adamın hayatının altüst olmasını konu almaktadır. Film, San Francisco'da yaşayan zengin, soğuk ve içine kapanık bir yatırım bankacısı olan Nicholas Van Orton'un (Michael Douglas) etrafında döner. Nicholas, dışarıdan bakıldığında mükemmel bir hayat sürmektedir. Büyük bir malikanede tek başına yaşar, iş dünyasında güçlüdür ve lüks içinde bir yaşam sürmektedir. Ancak bu mükemmel görünen hayatın altında, duygusal açıdan yalıtılmış ve geçmiş travmalarından kurtulamamış bir adam vardır. Özellikle babasının intiharının yıldönümleri, onun için sürekli bir travma tetikleyicisidir. Nicholas’ın 48. doğum günü, hayatının dönüm noktası olur. Kardeşi Conrad (Sean Penn), ona sıra dışı bir hediye verir. CRS adlı bir şirket tarafından organize edilen gizemli bir oyun. Conrad’a göre bu oyun, Nicholas’ın hayatına anlam katacak ve ona heyecan getirecektir. Ancak Nicholas oyuna dahil olduğunda, işler hızla kontrolden çıkar. Gerçek ile kurgunun iç içe geçtiği bir ortamda, kendisini bir komplonun ortasında bulur. Artık hayatı, serveti ve hatta akıl sağlığı tehdit altındadır ve kimseye güvenemeyeceğini anlar. Ancak oyunun amacı belirsizdir. Bu gerçekten bir oyun mu, yoksa ona zarar vermek isteyen bir komplonun parçası mı? Sorgulamasından kurtulamaz. Nicholas, olayların peşinden gittikçe hem geçmişiyle hem de kişiliğiyle yüzleşmek zorunda kalır. Finalde ise izleyiciyi ters köşe yapan büyük bir sürpriz beklemektedir.
Filmdeki karakterlere gelirsek Nicholas Van Orton (Michael Douglas), filmdeki ana karakterdir, soğuk ve mesafeli bir iş adamıdır. Babasının intiharından etkilenmiş ve duygusal bağlar kurmaktan kaçınan biridir. Film boyunca hem içsel hem de dışsal bir yolculuklar yapar. Michael Douglas, özellikle karakterin dönüşümünü o kadar iyi oynamıştır ki, onun panikleyen gözleri ve giderek yıpranan hali izleyiciyi içine çekmeyi başarmıştır. Conrad Van Orton (Sean Penn) karakteri ise Nicholas’ın asi ve eğlenceyi seven kardeşidir. Abisinin aksine çok daha rahat bir yaşam tarzına sahiptir. İlk başta yalnızca onun doğum gününü eğlenceli bir hale getirmek isteyen bir karakter gibi görünüyor. Ancak, oyunun giderek daha tehlikeli bir hale gelmesiyle onun da mı işin içinde olduğu, yoksa gerçekten Nicholas’ı korumaya mı çalıştığı belirsizleşiyor. Sean Penn, kısa ama etkili performansıyla izleyicinin güvenini kazanıp kaybettiriyor diyebiliriz. Sean Penn bu rolüyle karakterin hem samimi hem de gizemli yanlarını ustalıkla yansıtmıştır. Christine (Deborah Kara Unger) karakteri de Nicholas’ın oyunun bir parçası olarak tanıştığı gizemli kadındır. Oyunun içinde mi, yoksa gerçekten ona yardım mı ediyor belirsizdir. İlk başta tesadüfen karşılaştıkları düşünülse de, onun da olayların derin bir parçası olduğu ortaya çıkar. Film ilerledikçe, Christine’in de birçok kez rol değiştirdiğini görürüz.
The Game filmi ana tema olarak, bir insanın gerçek kimliğini keşfetme yolculuğunu merkezine alan bir filmdir diyebiliriz. Nicholas, oyunun sonunda yalnızca hayatını değil, aynı zamanda kendini de sorgulamaya başlar. İzleyicilere para ve mutluluk arasındaki çizgiyi de sorgulatır. Çünkü Nicholas, hayatını tamamen kontrol altında tutan, zengin ve güçlü bir adamdır. Ancak film boyunca bu kontrolü tamamen kaybeder ve hayatının ipleri başkalarının eline geçer. Başarılı bir insan olmasına rağmen, derin bir yalnızlık içindedir. Duygusal bağları zayıf ve hayatı tek düzedir. Oyunun içinde kaldıkça, aslında gerçek hayatta da ne kadar da yalnız olduğunu fark eder.
Film hakkında teknik yönden de biraz bahsedecek olursak; Yönetmen David Fincher, Seven ve Fight Club filmlerinde olduğu gibi burada da karanlık ve kasvetli bir atmosfer yaratmıştır. Kamera açıları da, karakterlerin psikolojik durumlarına göre uyumlu bir şekilde kullanılmıştır. Filmdeki renkler de genelde film boyunca soğuk tonlar hakim olmuştur. Özellikle Nicholas’ın yalnız ve izole yaşamını vurgulamak için gri ve mavi tonlar çokça kullanılmıştır. Ancak filmin sonunda renkler biraz daha sıcak bir hale bürünerek, Nicholas’ın dönüşümünü görsel olarak desteklemiştir.
Özetle film David Fincher’ın en iyi filmlerinden biri olarak kabul edilmese de, onun yönetmenlik becerilerini sergilediği etkileyici bir yapımdır. Son ana kadar seyirciyi diken üstünde tutan, zeki ve sürükleyici bir yapım olmuştur. Aynı zamanda, karakter gelişimi açısından da güçlü bir yapıya sahiptir. Bir adamın kontrolü kaybederek kendini bulma sürecini anlatan, derin psikolojik katmanları olan bir gerilim filmi olarak ve ayrıca, Michael Douglas’ın etkileyici performansı ve sürpriz finaliyle de, izleyiciyi adeta Nicholas ile birlikte bu oyunun içine almıştır diyebiliriz. Eğer sizde gerilim, psikolojik derinlik ve ters köşelerle dolu filmleri seviyorsanız, The Game filmini izlemenizi tavsiye ederim. İyi seyirler...