David Fincher’ın 1995 yapımı Seven filmi, polisiye ve psikolojik gerilim türünün en çarpıcı örneklerinden birisidir. Andrew Kevin Walker’ın senaryosunu yazdığı filmde yönetmen Fincher, ustaca kurgulanmış anlatımı ve unutulmaz finaliyle sinema tarihine geçen bir başyapıta imza atmıştır. Film, yedi ölümcül günahı temel alan bir seri katil vakasını çözmeye çalışan iki dedektifin öyküsünü anlatırken, adalet, ahlak ve insan doğasının karanlık yönleri üzerine derin sorgulamalar yapmıştır. Filmin oyuncu kadrosunda; Brad Pitt, Morgan Freeman, Kevin Spacey, Gwyneth Paltrow, John C. McGinley, Endre Hules, Andrew Kevin Walker, Daniel Zacapa gibi oyuncular rol almışlardır.
Yağmurun hiç dinmediği, umutsuzluğun her köşeye sindiği bir şehirde geçen bu hikaye de, film izleyicisini karanlık bir yolculuğa çıkarırken, sadece bir seri katilin peşine düşen dedektiflerin hikayesini değil, aynı zamanda insan ruhunun en karanlık yönlerini de ele alıp cesurca anlatan bir film olmuştur.
Filmin genel olarak konusuna gelirsek; film, sürekli yağmurlu ve kasvetli bir ortamda suç oranının yüksek olduğu isimsiz bir şehirde geçer. Deneyimli ve emekliliğine gün sayan Dedektif William Somerset (Morgan Freeman), görevinin son günlerinde, yeni ortağı Dedektif David Mills (Brad Pitt) ile birlikte korkunç bir cinayet vakasını araştırmaya başlar. Kurbanlar, Hristiyanlıkta bahsedilen yedi ölümcül günah (açgözlülük, oburluk, tembellik, şehvet, kibir, kıskançlık ve öfke) ile bağlantılı şekilde öldürülmektedir. Katil, kendini bir tür "ilahi cezalandırıcı" olarak görmektedir ve cinayetlerini birer mesaj olarak işlemektedir. Soruşturma ilerledikçe, dedektifler hem katilin zekasına, hem de onun acımasız yöntemlerine karşı çaresizlik hissetmeye başlarlar. Korkunç cinayet sahneleri ve titizlikle planlanmış ipuçları, ikilinin zihninde büyük bir baskı hissettirir. Hikayenin sonu, adalet arayışı ile kişisel intikamın iç içe geçtiği, unutulmaz bir finalle noktalanır.
Filmdeki karakterlere gelirsek; Somerset, yaşlı ve tecrübeli bir dedektiftir. Yıllar boyunca gördüğü vakalar adaletsizlikler vb. olaylar, ona derin bir bilgelik kazandırmış olsa da aynı zamanda bir umutsuzluk hissi de vermiştir. İste bunlardan dolayı; kentin kötülüğüne karşı duyduğu nefret yüzünden emekliye ayrılmak istemektedir. Morgan Freeman’ın oyunculuk olarak, karakterine kattığı sakinlik, mantıklı yaklaşım ve melankoli, Somerset’i filmin vicdanı haline getirmiştir diyebiliriz. Mills (Brad Pitt) karakteri ise, genç ve hırslı bir dedektiftir. Adaletin gücüne inanan ve normal olarak da suçluların zaman kaybetmeden, yakalanarak cezalandırılması gerektiğini düşünmektedir. Ancak deneyimsizliği ve öfkeye olan meyilli davranışları, kendisinin kolayca manipüle edilmesine sebep olur. Brad Pitt'de Mills’in sabırsız ve ateşli kişiliğini başarıyla yansıtarak, karakterin trajedisini daha da etkileyici hale getirmiştir. Filmin asıl dehası ise katil John Doe (Kevin Spacey)'dur. Soğukkanlı, sabırlı ve korkutucu derecede zeki bir adamdır. Kurbanlarını seçerken büyük bir titizlik gösterir ve kendini Tanrı’nın bir elçisi gibi görmektedir. Kevin Spacey’nin de minimalist ama tüyler ürpertici performansı, John Doe’yu sinema tarihinin en unutulmaz seri katillerinden birisi yapmıştır. Son olarak Tracy (Gwyneth Paltrow) karakteri ise; Mills’in sevgi dolu ama kendini yalnız hisseden eşidir. Yeni taşındıkları bu karanlık şehirde mutsuzdur ve Somerset ile yakın bir dostluk kurarlar. Gwyneth Paltrow’un zarif ve kırılgan performansı da, karakterin filmde çok az sahnesi olmasına rağmen etkileyici bir duygu derinliği yaratmasına yetmiştir.
Filmdeki ana temaların en başında Hristiyanlıktaki yedi ölümcül günahın üzerinden giderek insan doğasının karanlık tarafının sorgulanmasını sayabiliriz. John Doe’nun eylemleri, ahlaki bir ders verme amacı taşısa da yöntemlerinin acımasızlığı, onun insanlıktan tamamen uzak olduğunu gösterir. Filmin sonlarına doğru, adalet ve intikam arasındaki ince çizgi de izleyiciye sorgulatılmaya çalışmıştır. Özellikle finalde Mills’in yaptığı seçim, bu temayı en çarpıcı şekilde göstermiştir. Film ayrıca, insan doğasının içindeki kötülüğü gözler önüne sererken, izleyiciyi rahatsız eden bir gerçeklikle ahlaki yargıları da eleştirmiştir. Özellikle Somerset’in umutsuzluğu ve Mills’in idealizmi arasında sürekli bir çatışma yaşanır. Ancak finalde bu iki zıt bakış açısının trajik şekilde birleştiğini görürüz. Film boyunca atmosferin kasveti ve karakterlerin çaresizliği de, bu temayı güçlendirmiştir.
Fincher, gerilim yaratma konusunda ustalığını bu filmde de göstermiştir. Hikayenin temposu, izleyiciyi sürekli diken üstünde tutmayı başarmış ve katilin eylemlerinin detayları yavaş yavaş ortaya çıkarken, izleyici de karakterlerle birlikte parçaları birleştirmeye çalışmıştır. Howard Shore’un bestelediği müzikler de, filmin tedirgin edici atmosferine mükemmel bir şekilde uyum sağlamıştır.
Özetle Seven filmi, suç ve adalet arasındaki çizginin ne kadar ince olduğunu gözler önüne seren, rahatsız edici ama bir o kadar da büyüleyici bir gerilim filmi olmuştur. Fincher’ın titizlikle inşa ettiği bu atmosfer de, karakterlerin derinliği ve filmin unutulmaz finali de, filmi sadece bir polisiye film olmaktan çıkarıp, ahlaki bir kabusa dönüştürmüştür diyebiliriz. Kötülükle savaşırken ne kadar ileri gidebiliriz? Adalet gerçekten mümkün mü? Yoksa hepimiz, eninde sonunda karanlığa mı teslim oluruz? Gibi sorular film bittiğinde aklımızda kalan önemli sorulardır. Filmi izlemeyenlerin izlemesini tavsiye ederim iyi seyirler...