Bu yazıya bir tanımlama ile başlamak istiyorum. Tanımlamak istediğim kelime, yaratıcılık.

Yaratıcılık, olmayan bir şeyi hayal edebilme, bir şeyi herkesten farklı yollarla yapabilme ve yeni fikirler geliştirebilme yeteneğidir. Başka bir deyişle herkesin gördüğü şeyi aynı görüp onunla ilgili farklı şeyler düşünebilmektir.  Eğer işinizin detaylarına hakimseniz ve gelişime de açık biriyseniz etrafınızdaki aynı işi yapan insanlara oranla bir adım öndesiniz demektir.

İletişimin bu zaman diliminde olduğu kadar anlık, hızlı olmadığı dönemleri geride bıraktık. Bu dönemde beş on saniye içinde özlediğimiz insanların sadece seslerini değil görüntülerini de görerek konuşup hasret gideriyoruz. Dünyanın tam anlamıyla bir ucunda olan bir gelişmeden dakikalar içinde haberdar olabiliyoruz. Örneğin ben sekiz ay kadar önce yaşadığımız büyük deprem felaketinden henüz deprem sonlanmadan ilk 40-50 sn içinde haberdar olabilmiştim. Geçmişte böyle değildi. Haberleşme imkanının mektupla, telgrafla sağlandığı ya da telefon için sıraya girip beklediğimiz günleri de yaşadık. 

Gün içinde akşam saatlerinde yaşanan bir olayı televizyonda ertesi gün izlediğimiz ve gazetelerde ise iki gün sonra okuduğumuz günleri de yaşadık. Şimdi bir olaydan iki gün sonra haberdar olsak şaşkınlık içinde kendimize “ o sırada  ben neredeydim”  diye sorarız muhtemelen.

Günümüzde unutulmaya yüz tutsa da haber atlamak diye bir kavram vardı gazeteciler arasında. Özellikle aynı alanda görev yapan gazeteciler birbirlerine haber atlatmak için ellerinden geleni yaparlardı. 

Gelelim sadede, yıl 1958. Ankara’da bir spor salonu inşa ediliyor. Sebebi bilinmeyen bir şekilde bu yapıda bir göçme meydana geliyor. Olay akşam saatlerinde meydana geliyor yaralanan ya da ölen kimse olmuyor ve bu nedenle de acil bir durum da olmadığı için günün teknolojik imkanları da göz önene alınarak göçen yapıyı açıklıkla ve bütün olarak gösterebilecek fotoğraflar da gündüz saatlerinde çekilebileceğinden haber ertesi günün gündemine bırakılmak zorunda kalıyor.

Türk foto muhabirlerinin üstadı ve ilk temsilcilerinden de sayılan Hüseyin Ezer’in bir hikayesini anlatacağım şimdi size. O gün hava yağmurlu ve gökgürültülü. Fotoğraf makinelerine flaş takıp o yağmur altında fotoğraf çekmeye çalışmak da nafile. Siyah beyaz filmlerin kullanıldığı bir dönem olduğunu  hatırlatmamda fayda var. Hüseyin Ezer yağmurlu ve şimşekli gecede  çöken o binanın fotoğrafını çekmeyi kafasına koyuyor. Fotoğraf makinesini kaptığı gibi olay yerine gidiyor. Fotoğraf makinesinden anlayanlar, fotoğraf çekmeyi bilenler makinelerin uzun pozlama yaparak fotoğraf çekmek için B modunun kullanıldığını bilirler.

Hüseyin Ezer yüksek bir duvar üzerine fotoğraf makinesini sabitler, flaş kullansa sadece üç metre civarında bir alanı aydınlatabileceğini çöken binanın tamamını fotoğraflayamayacağını biliyor. Ezer duvar üzerine sabitlediği fotoğraf makinesini B moduna alarak gökgürültülü şimşekli havada şimşek çakmasını beklemeye başlar. O sırada güçlü bir şimşek çakar ve tüm bina çöküntüsü, kırılan camlar olanca netliği ile bir an olsun görünür. İstediğini elde ettiğini düşünen Hüseyin Ezer atar topar gazeteye döner ve filmini yıkar. Fotoğraftan bir baskı alarak basmaları için yönetime fotoğrafı sunar. Ellerinde bir kaç saat önce çöken spor salonun fotoğraflarını görenler şaşkınlıklarını gizleyemez. Hüseyin Ezer’in  akşamın karanlığında olay yerininin sanki gündüzmüş gibi nasıl fotoğrafını çektiğini anlamaya çalışırlar. Ertesi gün fotoğraf gazetede basıldığında sadece okuyucular değil Ezer’in foto muhabiri olan rakipleri de  şaşkınlarını gizleyemezler. 

Ezer’in foto muhabirleri arkadaşları ertesi gün olay yerini çekmeye gidecekken o göçen binanın fotoğrafını hepsinden saatler önce çekmiş oldu. Yokluk içinde kendi oyuncaklarını yaratan çocuklar gibi Hüseyin Ezer de resmen kendi fotoğrafını yaratmış oldu. Hangi işle uğraştığınızın bir önemi yok. En iyisini yapma için verilen tüm çabalar kıymetlidir. İnsanlık böyle gelişiyor. Yaptığımız işler böyle insanlar sayesinde değer görüyor.